Tuesday, June 15, 2010

KIRMIZI ODA – 5

Ayaklarının ucunda kıvrılmış uyuyan Şükûfe’nin feryadıyla yataktan fırladı. Zavallı hayvancık, ne olduğunu anlayamadan odanın öteki ucunda pençelerini halıya geçirmiş ona bakıyordu. Rıza, sağ yanından sola dönerken ayak ucunda uyuyan Şükûfe'yi istemeden tekmelemişti. Hayvancağız korkudan köşeye sinip gözlerini kısmıştı.

Elektrikli battaniyenin tatlı sıcağından odanın ürperten soğuğuna sıçrayarak uyanmak, Rıza için can sıkıcı olmuştu. Perdeyi aralayıp gökyüzünü görmeye çalıştı. Yerin 2 metre altındaki bu tek odalı eve sadece tavana yakın pencereden hava ve ışık giriyordu. Dışarısı hâlâ karanlıktı. Pencerenin önüne park eden araba yüzünden sokak lambasının ışığı bile zor sızıyordu şimdi.

Elini-yüzünü yıkadıktan sonra tekrar gelip yatağa girdi. “Sıcacık, huzur dolu ve her yanını çepeçevre saran yorganını burnuna kadar çekti. Altına serdiği elektrikli battaniye, gece 01.00’de yatağa girdiğinden beri sıcacık yanıyordı. Gözlerini kapayıp İstinye sahilinde simit sattığı günleri düşündü. Ilık bahar günlerinde yüzünü güneşe döner; mutluluk, yumduğu gözlerinden vücuduna yayılırken dünyanın en şanslı simitçisi olduğunu düşünürdü. Öyle ya, bir kıtadan bir başka kıtayı belediye bankında oturup seyretme lüksü, başka hangi simitçide vardı ki?

İstinye’nin tatlı hayaliyle kendinde güç buldu. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa gözlerini kapar, o günleri düşünürdü. Bir de sabahın karanlığında hayat mücadelesi için yola düşmeden önce…

Kedisinin kabına biraz süt koyup içine bayat ekmek doğradı. Gergin başladığı sabaha bu cömert ikramla devam etmek Şükûfe'yi sakinleştirdi. Hemen sütü yalanmaya başladı.

Rıza, çoraplarının üzerine poşet geçirip yanlarından su alan ayakkabılarını giydi. Kabanını, atkısını ve beresini giyip hâlâ süt yalanmakta olan Şükûfe'ye şefkatle gülümseyerek kapıyı kapadı. Apartmanın girişindeki simit arabasının yanına çıktı. Yere çöküp arabanın lastiğini apartman trabzanına bağlayan zinciri çözdü. Bir hafta önce giriş katta oturan Fahriye Hanım, bu vakitte gürültü yapıp rahatsızlık veriyor diye Rıza’yı haşlamıştı. Bu yüzden, mümkün olduğunca gürültü yapmamaya gayret ederek arabayı dışarı çıkardı.

15 dakikalık yürüme mesafesindeki fırına vardığında 10 arabalık bir kuyruk oluşmuştu bile. ‘Selamün aleyküm abiler!’ diyerek herkesi selamladı. ‘Aleyküm selam’ cevabından sonra sıranın sonundaki Yılmaz Abi’nin arkasına çekti arabayı.

Avuçlarını nefesiyle ısıtmaya çalışırken onca yolu nasıl yürüyeceğini düşündü. Hemen hemen 50 dakika sürüyordu feribot iskelesine gitmek. Kimi günler yağmurlu ya da karlı yollarda ayaklarını hissetmeyecek kadar çok yürümek zorundaydı. Ne zaman bu duruma isyan edip küfredecek kadar kızsa derin bir nefes alıp İstinye sahilini düşünürdü. Bu büyülü hayal, Rıza’nın sığınağı gibiydi ve şaşılacak bir şekilde işe yarıyordu.

Dilinin ucuna kadar gelen küfrü yutuverdi ve derin bir nefes aldı. Gözlerini kapayıp birkaç saniyeliğine İstinye’yi düşündü. Büyü, yine işe yaramıştı! Sıra ona gelince 100 tane simidi özenle dizdi camekânın ardına. Artık gidebilirdi. Çevresindekileri selamlayıp yola düştü.

50 dakikalık titreten yürüyüşün sonunda feribot gişelerine gelmişti. Feribotu beklemek için park eden arabaların arasında satış yapabilmek için gişelerin yanında bekleyen güvenlik görevlisinden izin alması gerekiyordu. ‘Günaydın, Kâzım Abi! Nasılsın?’ diye selamladı. ‘Eyvallah gözüm, yuvarlanıp gidiyoruz işte, n’olsun.’ dedi güvenlik görevlisi. ‘Müsaade var mı, abi?’nin cevabı Kâzım Abi’nin vakur bir baş selamı oldu. Ağır ağır park eden araçlara ilerledi. Yeni gün, karşı yakadaki tepelerde görünen belli belirsiz bir ışıkla gelmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp ışığa gülümsedi.

0 Comments:

Post a Comment

<< Home